Tek perdelik 65 dakikalık temsil, Alp Ünsal’ın yazarlığa attığı ilk adım olmasına rağmen hem metin açısından hem de reji tercihleriyle olgun bir teatral evren sunuyor. Oyun, izleyiciyi entrikalarla, şiddetle veya sansasyonel olaylarla değil, gündelik hayatın içinden, bir "durum hikâyesi"nin dinginliğiyle yakalıyor.
Metnin Yapısı ve Çehovyen Etki
Ünsal’ın kalemi, yalınlığıyla büyüleyen ve katmanlı bir duygusal derinlik yaratan bir dile sahip… Diyaloglar, herhangi bir yapay dramatizasyonun veya cafcaflı söylemin tuzağına düşmeden, en doğal hâliyle akıyor. Bu yönüyle metin, Anton Çehov’un veya Sait Faik’in eserlerinde sıkça rastlanan “gündelik konuşma” biçemini çağrıştırıyor: Sıradan görünen sözlerin ardında gizlenen büyük çatışmalar, suskunluklarda yankılanan hayıflanmalar ve dile gelmeyen arzular...
İsimleri Can ile Damla olan gençlerin arasındaki diyalog, yüzeyde iki eski sevgilinin yıllar sonra Damla’nın babasının vefatı gibi elim bir durum sonucundaki zorunlu buluşması gibi görünse de derinlerde insan ilişkilerinin zamanla nasıl dönüşebildiğini, bireylerin geçmişiyle yüzleşmek zorunda kaldığında hangi psikolojik dirençlerle baş başa olduğunu ortaya koyuyor.
Freud’un “yas ve melankoli” kavramlarını çağrıştıran bir ruh hâliyle, Damla babasının ölümü üzerinden bir yandan kaybıyla bir yandan da kendi yarım kalmışlıklarıyla hesaplaşmaya girişir. Can ise geçmişin yükünü daha mesafeli bir yerden taşımaya çalışırken, aralarındaki eski bağların hâlâ diri olduğunu fark edince kısmen ne yapacağın bilemez bir hâle düşer. Fakat ikisi de ilişkilerine dönüp baktıklarında artık birbirlerini suçlayan bir yerde durmuyorlardır. Yaşananları, artılarıyla eksileriyle görece daha objektif değerlendirme noktasına ulaşmışlardır. Zira, zamanın duygusal mesafe yaratma işlevi ve bireyin kendi geçmişini kabullenebilme kapasitesi az ya da çok vardır. Herkes için kolay olmayan bu süreçler, sahnede iki karakterin kısmen başarabildiği bir olgunlaşma olarak görünür.
Psikolojik Çözümlemeler: Yasın İçinde Aşkın Yankısı
Oyunun başlangıç noktası olan cenaze evi, salt bir mekânsal fon değil; aynı zamanda yasın, kaybın ve geçiciliğin sahnedeki başat metaforu… O ev, taziyeye gelen herkes dağıldıktan sonra Can’ın Damla’ya bir şeyler yemesini salık vermesiyle başlayan bir çözülmenin adresi olur.
Yas süreçlerinde birey kaybedilen nesnenin (burada baba figürü) yerine koyabileceği geçici ya da kalıcı ikameler arar. Damla’nın eski sevgilisi Can’a yönelmesi, bu bağlamda hem bir sığınma ihtiyacı hem de kayıp karşısında bilinçdışı bir telafi mekanizması olarak okunabilir. Belki de kadının babasının ardından oluşan boşluk, alt düzlemde güvenli liman olarak algılanan bir erkek figür üzerinden doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu, bireysel bir psikolojik süreç olmanın yanı sıra, modern insanın yalnızlıkla baş etme stratejilerinden biri olarak da somutlaşır.
Oyunda, psikolojide “acıyı dağıtmak” kavramı da devreye girer. İnsan, büyük bir kayıp yaşadığında yalnızca o acıya değil, geçmişteki diğer yaralara da geri döner. Damla’nın babasının vefatı, geçmişte tamamlanmamış ilişkisinin hayıflanmalarını da beraberinde çağırır. Bu oyunun en güçlü psikolojik gerçekliklerinden biri de bu: Bir yas anı, geçmişe açılan bir başka kapı olabilir.
İkilinin diyalogları, “gölge” arketipi üzerinden de analiz edilebilir. Mazideki yarım kalmışlıklar, söylenmemiş sözler ve bastırılmış duygular adeta bir gölge gibi mekânın içinde dolaşıyor. Bu gölge hem bireyleri hem de kuşakları saran bir gölgedir.
Oyunun alt metninde, önceki kuşaklarla hesaplaşan, farklı değer dünyalarına sahip bir gençliğin sesi de kısmen duyuluyor.
Reji: Minimalist Dokunuşlar
Yönetmen Elif Erdal, metnin yalınlığını rejiye de yansıtarak oyunun atmosferini fazlalıktan arındırılmış bir estetik içinde kuruyor. Seyirci, gereksiz bir aksiyonun, fazladan bir devinimin hatta jestin bile sahneyi işgal etmediğini fark edebiliyor; aksine, sözcüklerin ve sessizliklerin ağırlığıyla örülü bir dramatik yapı söz konusu…
Reji, özellikle izleyenlerde beklenti ve merak duygusunu diri tutmayı başarıyor. Oyun boyunca küçük bir kıvılcımla aralarında yeniden doğabilecek bir ilişkinin ihtimali sürekli zihinlerde canlı tutuluyor lâkin bu ihtimal, bilinçli bir tercih olarak hep muğlak bırakılıyor. Bu, izleyiciyi sürekli bir “olacak mı, olmayacak mı?” gerilimine taşıyor. Dramaturjik olarak, modern seyircinin alışık olduğu lineer çözülmelerin dışına çıkarak, bir belirsizlik estetiği yaratılıyor. Bu muğlaklık, psikanalitik açıdan “bastırma” mekanizmasını hatırlatıyor. Arzular ortaya çıkıyor ama hemen ardından geri çekiliyor. Yönetmenin tercihi, böylesi zamanlarda bu çekilmenin doğru mu yanlış mı olduğunu da ayrıca tartıştırıyor.
Sanatsal Tasarımlar: Işık, Ses ve Görselin Rolü
Oyunun en dikkat çeken unsurlarından biri ışık tasarımı... Ra Yavuz’un ışık rejisi, şanoyu aydınlatan bir araç olmanın ötesinde, bilinçdışının görünür kılınması için kullanılan bir teatral araç ve deyim yerindeyse üçüncü bir oyuncu işlevi görüyor. Karakterlerin iç geçirmelerini, bastırdıkları duygularını ve iç çatışmalarını görünür kılmak için ışık kesitleri devreye giriyor ve karakterlerin bilinçaltındaki bastırmaları somutlaştırıyor. Işık kesilmeleri, bir tür psişik fren işlevi görüyor. O anlarda ışığın durdurucu bir rol üstlenmesi, seyircinin karakterlerin zihinsel süreçlerini hissetmesine aracılık ediyor. Karakterlerin iç dünyalarındaki düşünceler bir an görünür oluyor, sonra durduruluyor. Sadece iki yerde bu mekanizmanın devre dışı kalmasıysa oyunun kırılma noktalarındaki gücünü artırıyor.
Ses ve efekt tasarımında Katia Merdinoğlu’nun neredeyse müziği yok sayan tercihi, oyunun söz merkezli doğasını pekiştiriyor. Bu tercih, diyalogların yoğunluğunu gölgelememek adına oldukça yerinde… Salondaki konuklar, melodik ya da ritmik bir desteğe ihtiyaç duymadan tamamen söze ve oyunculuğa odaklanabiliyor.
Hazal Isabelle Hanquet’in görsel tasarımı ise oyunun havasını tamamlayan, minimalist ve işlevsel bir estetik sunuyor. Fazlalıktan kaçınan bu görsellik, dramatik yoğunluğun ön plana çıkmasına izin veriyor.
Oyunculuklar: İçtenlik ve Ölçülülük
Olcay Yusufoğlu’nun Damla yorumu, yasın içinde ayakta kalmaya çalışan, kırılgan ama aynı zamanda dirayetli bir kadını büyük bir doğallıkla sahneye taşıyor. Yusufoğlu’nun performansındaki en dikkat çekici unsur, abartıdan uzak, kontrollü bir duygu aktarımı... Damla karakteri ne bir patetikliğe düşüyor ne de duygusuz bir mesafeye... Bu denge, karakterin seyirciyle sahici bir bağ kurmasını sağlıyor.
Alp Ünsal ise Can karakterinde yazarlığının ve oyunculuğunun buluşma noktasında, içsel derinliği olan bir performans sergiliyor. Can’ın geçmişle yüzleşme biçimi, kimi zaman ironik bir hafiflikle kimi zaman da bastırılmış bir pişmanlığın ağırlığıyla var oluyor. Yusufoğlu ve Ünsal arasındaki kimya, oyunun temel dinamiğini oluşturuyor. Aralarındaki elektrik, seyirciye ikilinin sunması muhtemel olasılıkların çokluğunu duyumsatıyor.
Dinginlikte Saklı Bir Dram
Sen Diye Biri Vardı, Türk tiyatrosunda sıklıkla karşılaştığımız “yüksek dramatik aksiyon” beklentisinin tam karşısında, minimalizmiyle ve inceliğiyle güçlü bir örnek oluşturuyor. Duru bir atmosferde, söylenmemiş sözlerin, yarım kalmış hesapların ve geçmişle barışma ihtiyacının izini sürüyor. Psikolojik derinliği, reji ölçülülüğü ve oyunculuklardaki sahiciliğiyle, günümüz tiyatrosunda “az sözle çok şey söylemenin” önemini hatırlatan kıymetli bir çalışma...
Bu oyun, seyirciyi sadece bir ilişkinin hikâyesine tanık etmiyor; beraberinde bireysel yas süreçlerinin, kuşak kırılmalarının ve insan ruhunun gölgelerinin sahnedeki sade ama derinlikli bir temsilini sunuyor.