The Dogs…

Anestis Azas’ın konsepti ve rejisiyle sahneye taşınan ve Paribu Art’ın açılış yapımı The Dogs, bir oyun olmanın ötesinde, günümüz tiyatrosunun belgeselci damarını kara mizah estetiğiyle buluşturan çarpıcı bir deneyim olarak tiyatroseverlerin karşısına çıkıyor. Atina Epidaurus Festivalinin uluslararası platformu “grape – Greek Agora of Performance” kapsamında doğan ve İstanbul’daki sahnelemeyle coğrafî sınırlarını aşan eser, tiyatronun özünde saklı olan “hakikati temsil etme” arzusunu sahnede güçlü bir teatral dile dönüştürüyor.

Kadro, farklı dillerden ve kültürel bağlamlardan gelen sanatçılarla uluslararası bir mozaik oluşturuyor. Burada çok dillilik, bir tercih olmanın ilerisinde küresel dünyanın parçalı gerçekliğini sahneye taşıyor. Türkçe ve İngilizce üst yazılar, izleyiciyi bir tek anlamaya değil, anlamanın sınırlarını genişletmeye de davet ediyor. Hasılı tiyatro; iletişimdeki eksikliği, yanlış anlaşılmayı, dilsel kırılmaları bir estetik stratejiye dönüştürüyor.



Mizahın Maskesi

Oyun, görünürde bir dedektif hikâyesi üzerinden ilerliyor. Farklı ülkelerden gelen “köpek” dedektifler, gizemli bir vakayı çözmek üzere sahnede buluşuyor lâkin bu köpek figürleri, sahici anlamda hayvanların değil, insanlığın grotesk izdüşümleri oluyor.

Tiyatro tarihinde hayvan figürleri Aristoteles’ten Brecht’e, Meyerhold’dan günümüze kadar çok farklı bağlamlarda kullanılagelmiştir. Burada tercih edilen köpek imgesi ise hem sadakatin hem itaatin hem de gözetim ve saldırganlığın simgesel taşıyıcısına ve günümüz toplumlarının güvenlik aygıtlarına, iktidarların sorgusuz itaati ve gözetlemeyi içselleştiren bireylerin temsiline dönüşüyor.

Belgesel tiyatro yöntemlerinden beslenen yapım, sahneye kurmaca bir anlatıyla birlikte güncelliği taşıyor. Köpeklerin bir olayı çözme girişimi, bir yandan da günümüz insanının, bilhassa yönetimlerinin suçlarını teşhir eden alegorik bir yapıya evriliyor. Seyirci, dedektif öyküsü izlediğini düşünürken esasında savaş suçlarının, kitlesel göçlerin, soykırımların, aç bırakılan toplumların, yok edilen doğanın ve sistematik şiddetin izini sürüyor. Kara mizah ise bu ağır gerçekleri, dayanılmaz bir trajediye dönüştürmeden algılanabilir kılıyor; izleyenleri kahkaha ile dehşet arasında gidip gelen bir duygulanım sürecine sokuyor.



Belgesel ile Kurmacanın Kesişiminde…

Metin, Michalis Pittidis, Gerasimos Bekas ve Anestis Azas’ın ortak imzasını taşıyor. Bu ortaklaşa yazarlık, metnin çok sesliliğini ve çok katmanlılığını besliyor.

Yazarların en önemli başarısı, ağır temaları ajitasyona düşmeden, keskin ironiyle edebî bir metne taşıyabilmeleri... Konukları, gerilimi yüksek bir öyküyle oyuna çekiyorlar ancak tam da bu esnada, insanlığın suçlarının farkındalığıyla yüzleştiriyorlar. Bu yönüyle The Dogs, çağdaş politik tiyatronun güncel bir manifestosu olarak okunabilir.



Yönetmenin Dili

Anestis Azas, rejisinde disiplinler arası bir estetik anlayışı tercih ediyor. Sinemanın noir estetiğini sahneye taşıyan ışık düzeni, belgesel tiyatronun realizm iddiasıyla birleşiyor. Azas’ın en belirgin başarısı, oyunun temposunu 90 dakika boyunca diri tutabilmesinde yatıyor. Seyirci, bir an bile kopmadan bir yandan hikâyeye bir yandan onun gerisindeki metaforik evrelere angaje oluyor.

Yönetmenin sahneleme tercihlerinde “mesafe” önemli bir anahtar kavram… Oyuncular ile müzisyenler, sahnedeki figürler ile efektler, gerçek ile kurmaca arasındaki mesafe sürekli olarak yeniden kuruluyor ve konsantrasyonu dağıtmadan yine bozuluyor. Bu dinamizm, seyircinin sadece izleyen değil, aynı zamanda düşünen, sorgulayan, şahitlik eden bir özne olmasını sağlıyor.



Sahne Estetiği ve Disiplinlerarası Bütünlük

Dido Gogou’nun sahne tasarımı, minimal fakat çok katmanlı bir evren yaratıyor. Mekân, dedektiflerin soruşturmasına elverişli bir ortam sunarken, aynı zamanda soğuk ve yabancılaştırıcı bir düzen kuruyor.

Vasileia Rozana’nın kostümleri, insanla hayvan arasındaki sınırları bulanıklaştırarak oyuncuların bedenlerini yarı dönüşmüş varlıklara çeviriyor.

Giorgos Kassakos’un ışık tasarımı, noir sinemasını anımsatan gölgelerle oyunun kara komedi estetiğini pekiştiriyor.

Konstantinos Moraitis’in hareket eğitimi, bedenin jestlerini salt realist bir düzlemde bırakmıyor; aksine, oyuncuların beden anlatımını grotesk bir boyuta taşıyor. Bu sayede köpeksi refleksler, içsel şiddeti ve tarihsel travmaları dışa vuran fiziksel metaforlara dönüşüyor. Oyuncuların koreografik uyumu, bireysel performanslarla beraber kolektif bir dilin sahneye taşındığının göstergesi oluyor.


Müzisyenler: Oyunun İçinde, Oyunun Dışında

Sahnede daima varlık gösteren iki müzisyen, çalışmanın yapısına doğrudan dahil olmadan, bütün sahne atmosferinin taşıyıcı kolonları hâline geliyor. Özellikle besteci kimliğiyle öne çıkan Panagiotis Manouilidis hem bir arka plân hem de oyunun akışını belirleyen bir müzikal dramaturji ortaya koyuyor. Müzik, kimi anlarda kara komedinin ironisini belirginleştirirken kimi anlarda ise sahnede yükselen gerilimi bedensel bir duyuma dönüştürüyor.

İki müzisyenin konumlanışı, “içinde ama dışında” paradoksunu başarıyla gerçekleştiriyor. Oyuncularla aralarındaki mesafe, onların dramatik figürlere dönüşmesini engelliyor lâkin oyunla kurdukları estetik bağ, yine onları sahneden asla koparmadan bütünün ayrılmaz parçası yapıyor. Bu “eşikte kalma” durumu, izleyicinin müzik aracılığıyla oyuna kapılmasını ve fakat bazen de bir adım geri çekilerek düşünmesini sağlıyor.



Efektlerin Rolü: Atmosferin Omurgası

Oyunun ses ve efekt tasarımı, dramatik yapının duygusal derinliğini pekiştiren en önemli unsurlardan biri... Efektler, gerçekçi bir hava üretmenin yanında oyunun grotesk tonunu güçlendirmek için devreye giriyor. Bir köpeğin havlaması, sıradan bir ses efekt olmanın çok ilerisinde, savaş meydanlarının yankısı, göç yollarının sessiz çığlığı, doğanın tahribine karşı yükselen bir feryat olarak işitiliyor.

Efektörün başarısı, teknik bir unsurdan ziyade, oyunun dramaturjik dokusuna sızan poetik bir tabaka yaratmasında yatıyor. Bu açıdan bakıldığında efekt kullanımı, ses ile hafıza arasındaki bağı yeniden hatırlatan bir teatral stratejiye dönüşüyor.



Oyuncular: Sahnedeki Enerjinin Sonsuz Döngüsü

The Dogs’un en büyük gücü, hiç kuşkusuz oyuncu kadrosunun sahneye taşıdığı muazzam enerjide saklı... Sahnede kurulan evren, yalnızca metnin gücüyle değil, oyuncuların bedensel ve ruhsal varoluşuyla ete kemiğe bürünüyor. Onlar, sadece replikleri aktaran figürler olarak durmuyor; oyunun nefes alan, terleyen, titreşen canlı organizmaları oluyor.

Oyuncular, karakterleri temsil etmekle kalmıyor; bir konstrüksiyonun parçaları gibi çalışıyorlar. Cem Yiğit Üzümoğlu, Elena Mavridou, Gary Salomon, Giorgos Katsis, Konstantinos Moraitis, Maria Petevi, Panagiotis Manouilidis’in yorumu, fiziksel enerjinin yoğunluğunu gülmeceyle harmanlarken, sahneye keskinlik katıyorlar. Yanı sıra gülmeceyi ve trajediyi aynı anda taşıyabilen oyunlarıyla dikkat çekiyorlar.

Her birinin yorumu, bedensel coşkunun ve karşıtlığın rafine örneklerinden biri... Hepsi sahnede adeta kaslarını, yüz hatlarını ve seslerini bir enstrüman gibi kullanarak, hayvanî reflekslerin ötesinde insana dair şiddetin ve ironinin bir yansımasına dönüşüyor. Jest ve mimikleri, güldüren ama huzursuz eden çift yönlü bir tesir yaratıyor.



Tüm oyuncuların ortak özelliği, 90 dakika boyunca izleyenleri tek bir an bile gevşetmemeleri ve diri bir dikkatle oyunun içinde tutabilmeleri... Oyun boyunca kurdukları ve yaydıkları kolektif enerji, ayrı ayrı bireysel yeteneklerin toplamı değil de adeta devasa ve kusursuz işleyen bir makine misali... Her biri kendi rolünü oynarken, diğerlerinin tartımına, temposuna ve nefesine uyum sağlıyor. Bu ahenk, Konstantinos Moraitis’in hareket çalışmalarıyla birleşerek, bedenlerinin bir senfoniye dönüşmesini beraberinde getiriyor. Oyunculuklarındaki ritim, netlik ve ani patlamalar, bütün dikkatleri sahnede bir mıknatıs gibi çekiyor.

Oyuncuların başarısı, teknik yetkinliklerinin yanı sıra izleyicilerle kurdukları görünmez bağda da saklanıyor. Seyirci, onların bedenlerinde hem kahkahanın hafifliğini hem de şiddetin ağırlığını hissediyor.

The Dogs’un oyuncuları, sahnede birer aktör ve aktris olmanın ötesinde, insanlığın suçlarının canlı anlatıcıları… Onların hâllerinde katledilen hayvanların çığlığı, açlıktan kıvranan çocukların çaresizliği, soykırım kamplarının sessizliği, sürgün yollarında kaybolan bedenlerin yankısı var. Zira onlar, tiyatronun “temsil” sınırlarını aşarak, doğrudan vicdanlara dokunan tanıklıklar üretiyorlar. İşte bu nedenle, 90 dakikalık başarılı performans, izleyicinin ruhuna işlenen bir deneyim hâline geliyor.



İnsan-Doğa İlişkisi ve İnsanın İnsana Zulmü

The Dogs, ilk bakışta insanın hayvana ve doğaya uyguladığı şiddeti ima eder gibi görünüyor ancak oyun, bu şiddeti insanın insana karşı işlediği suçlarla birleştirerek daha geniş bir panorama çiziyor. Köpeklerin araştırdığı gizemli vaka, aslında savaşların, etnik temizliklerin, toplama kamplarının, kitlesel göçlerin ve aç bırakma politikalarının toplumsal belleğimizde bıraktığı izler...

Birleşmiş Milletler raporlarında sayılara indirgenen ölümler, açlıkla terbiye edilen toplumlar, kimyasal atıklarla yok edilen ekosistemler, oyunda kara mizahın aynasında karşımıza çıkıyor. Seyirci, köpeğin havlamasında hayvansı bir tepkiden ziyade savaş meydanlarında ölen çocukların çığlığını, mülteci botlarında kaybolan bedenlerin suskunluğunu, açlıktan gözlerinin ferini yitiren toplulukların isyanını işitiyor.



Günümüz Tiyatrosunda Bir Çığlık

Oyun her yönüyle, tiyatronun günümüzde hâlâ politik bir eylem olabileceğini hatırlatıyor. Aristoteles’in mimesisinden Brecht’in verfremdunguna uzanan geniş bir yelpazede, The Dogs hem temsilin hem de yabancılaştırmanın imkânlarını kullanıyor. İzleyici, oyunun ritmi ve grotesk biçemi sayesinde bir dedektif hikâyesine kapılıyor fakat tam da o esnada gerçek dünyanın suçlarıyla yüzleşmekten kaçamıyor. İzleyenler, sahneden yükselen bu çok dilli çığlığı hem estetik bir deneyim olarak hem de ahlakî bir uyarı olarak duyuyor.



Sonuç

The Dogs, çağdaş tiyatronun çok katmanlı doğasını yansıtan, sahne estetiği, oyunculuk performansları ve dramaturjik derinliğiyle öne çıkan bir yapım... Kara komedinin incelikle kullanıldığı, belgesel tiyatro metotlarının disiplinler arası bir estetikle harmanlandığı bu eser, insanlığın hem doğaya hem de birbirine işlediği suçların aynası: İnsanların hayvanlara ettiği zulmü sahneye taşırken, insanın insana karşı işlediği suçların unutulmaması gerektiğini de haykırıyor. Seyirci, köpek dedektifler aracılığıyla hem gülmenin hem de dehşete kapılmanın sınırlarında dolaşırken, aslında kendi vicdanının izini sürüyor. Ve nihayette oyun, tiyatronun hâlâ bir vicdan mekânı olduğunu kanıtlıyor.

OGÜNhaber